1970-01-01 Uncategorized
Kriz zamanları herkeste bir derlenme toparlanma ihtiyacı yaratıyor, ya da hep orada olan ihtiyacı daha da görünür kılıyor. Kriz kişisel de olabilir, şu anda yaşadığımız gibi ulusal hatta küresel de olabilir. Finansal krizler de duygusal krizler bizde benzer bir sonuç doğuruyor: Retrospektif bir bakış, pişmanlıklar ve eğer becerebilirsek yeni kararlar, yeni planlar … Sanki her gün 1 Ocak.
Kişisel gelişim kitaplarının son yıllardaki listesi dünyanın halini anlatıyor aslında, küresel iklim krizi varken Japonya ya da İskandinavya esintili doğaya dönüş, evde mutluluk kitapları; küresel ekonomik kriz varken tasarrufun güzellemeleri ve tüketimin bizi tükettiğini anlatan kitaplar; obezite ve sağlık krizi karşısında nasıl daha iyi alışkanlıklar üretip onlara sadık kalabilirim konulu öz-disiplin kitapları …
Bu kitapların bir çoğunda sağduyusal bilgelikler ve kararlı olanlarımıza eşlik edecek pratik öneriler mevcut. Diğer yandan çok fazla tekrar, çok fazla aşikar olanın yeniymiş gibi aktarılması, ya da çok tekil bilimsel bulguların orantısızca vurgulanması da mevcut.
Eskiden toplumsal ve kişisel travmalarımızın çoğunluğuna şarkılar ve şiirler eşlik ederdi. Bugünler de bir kısmına da kişisel gelişim kitapları eşlik ediyor. Dağınık hayatlarımıza iki eğilimi anlatmak için iki ayrı örnek seçtik. Türlerinin kaliteli örnekleri olsunlar istedik. Bizce ilki hafif okuma. Topluma taşımada, seyahatte, doktor bekleme odalarında okunabilir. İkincisini ise bol çay, kahve eşliğinde, sessizlikte okumayı tercih edebilirsiniz.
1- Minimalism ve The Minimalists
The Minimalists, tıpkı bu okuduğunuz platform gibi önce bir wordpress blog’u olarak başlamış. Şu anda belgeselleri ve listelerde çoğu zaman yukarıda olan podcast‘leri de mevcut. Çok zor çocuklar geçiren, parasızlık ve istikrarsızlık içinde büyüyen iki arkadaş, Joshua ve Ryan, lise sonrası üniversiteye girmeden doğrudan şirketlerde çalışmaya başlar. Amaçları kazanabilecekleri kadar çok kazanmak ve eksikliklerini çektikleri maddi rahatlığa kavuşmaktır. Ancak kazandıklarından çok harcarlar ve sadece Amerika’nın değil dünyanın geniş kesimlerinin derdi olan hane içi borçlanmanın dibine vururlar. Onların bloğunda aslında Pınar Bedirhanoğlu’nun yakın zamanda bir söyleşisinde çok güzel bir şekilde özetlediği gibi krizlerin ortaya çıkardığı gerçek olan emekçi sınıfların borçlanmasının bir otobiyografi eşliğinde dinliyoruz.
Bedirhanoğlu’dan alıntılamak gerekirse:
Emekçi sınıflar, 1980’lerden beri neoliberal politikalar nedeniyle, sosyal güvenlik ve çalışma haklarında önemli aşınmalar yaşadılar. Aldıkları ücret ya da maaşlar artan temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldi. Ama yine de hayatlarını borçlanarak sürdürebildiler ve öncesine göre daha çok tüketebilmeye dahi başladılar. Gündelik hayatın borçla çevrimi, yeni kredilerle beslenip döndürülebildiği sürece bir saadet zinciri gibi devam etti. Hatta ev almayı hayal bile edemeyeni ev sahibi yaptı. Alt sınıfların borçlandırılmasının, özellikle 2000-2013 arasında olağanüstü ivmelendiğini de söylemek gerek.
Bu süreci derinden yaşayan Amerika’da, bu iki arkadaş hızla sürdürülemeyen bir borç, duygusal ve maddi krizle karşılaşırlar. Kitaplarından alıntılıyoruz:
Meğerse tamamen yanlış tarafa doğru koşuyormuşum. Hay allah! Aldığım onca şey görevlerini yerine getirmiyor, beni mutlu etmiyorlardı. Aslında, tam tersi oluyordu: mutluluk yerine stres, memnuniyetsizlik ve kaygıyla boğuşuyordum. Bir de devasa, elini kolunu bağlayan bir borç. Sonunda depresyon. Çalışmaktan başka bir şeye vakit ayıramıyordum. Haftada 70-80 saat çalışıp beni mutlu etmeyen onca eşyanın parasını ödüyordum. Yapmak istediğim şeyler için hiç vaktim yoktu: yazmak için, okumak için, dinlenmek için, en yakınlarım için hiç vaktim yoktu. Bir arkadaşla oturup kahve içecek, onları dinleyecek vaktim bile yoktu. Zamanımı kontrol edemediğimi fark ettim, dolayısıyla hayatımı da kontrol edemiyordum. Bunu fark etmek benim için gerçek bir şok oldu.
Minimalizm: Anlamlı Bir Yaşam: Yukarıda alıntıladığımız dertleriyle, fazla eşya, fazla borç, dağınık ve yönelimsiz bir hayatla nasıl başa çıktıklarını, daha doğrusu bu hayattan nasıl çıktıklarını anlattıkları giriş kitapları.
Minimalizm: Geriye Kalan Her şey: Bu bir ikinci kitap denebilir. Kararları alıp, uygulamaya geçtikten sonra sizi ne bekliyor, daha azla yaşamanın keyfi, coşkusu, hayatınıza kattığı değer ne olabilir gibi konuları Joshua’nın hayatı üzerinden anlatıyor.
İki kitap da otobiyografik. 21. yüzyıl kişisel gelişim kitaplarının içinde bizim gördüğümüz kadarıyla gittikçe daha çok kullanılan bir ‘stil’ otobiyografi. Bilimsel araştırmalardan seçilmiş bulguları ve yazarın kişisel manifestosunu destekleyen ve altta akan metin hayat hikayesinin özenle seçilmiş parçaları oluyor. Bu parçalar manifestonun hem kanıtı oluyor, hem de metni kuru olmaktan çıkarıyor, metne ‘içerik’ veriyor.
Nasıl dağınık eşyalarımla başa çıkarım, hayatımı nasıl sadeleştiririm, yıllardır yazmak istediğim günlüğü, yapmak istediğim sporu nasıl yaparım, basit ve uygulanabilir fikirlere ihtiyacım var derseniz, okumak için vaktiniz de az ise, bu kitaplar bir başlangıç olabilir.
Mimarlık ve Asketizm üzerine ama bizce borçlarını kemer sıkma politikalarıyla ödeyerek özgür bir yaşama kavuşmaya çalışanlara söyleyeceği sağlam bir derdi var. Minimalizm esasen sanatın birçok ayrı dalında anlam taşıyan bir kavram. Mimaride de minimalizm güçlü bir akım. Less is More / Az Çoktur sloganıyla biliyoruz, kahve bardaklarından not defterlerine, çok değişen alanlarda bu slogana görsel olarak da maruz kalıyoruz. Kitabın arka kapak notunun tamamını aşağıya koyuyoruz. Oranın son cümlesindeki ‘az azdır’ ve bunun romantikleştirecek çok bir yanı yoktur bizce önemli bir nokta. Krizin sebepleri, süreci ve sonuçlarını birbirine karıştırmamıza yardımcı olabilecek bir nokta. Evet kriz var, evet hayatlarımızı toplamamız gerekir, dağınık evler, dağınık hayatlar, dağınık şehirler ama diğer yandan bize düşen kişisel sorumluluklar birçok sistemik konuyu maskeliyor. Az azdır. Acaba az’ı gerçekten biz seçtik mi?
Bugün pek çok sanatçı, mimar ve tasarımcı, önermeleri yoluyla toplumsal değişime önayak olma dürtüsü duyuyor; ama üretimlerinin ana kaynağını oluşturan kendi varoluşlarını nadiren gözden geçiriyorlar. Mimarlık, sanat ve tasarım sahasında çalışan pek çok kişi istikrarsız koşullarda yaşıyor, ücretsiz çalışıyor ve sosyal güvenceleri yok. Yaşamları gitgide daha çok kaygı, ıstırap, hüsran ve zaman zaman depresyonla anılıyor. Küratörlerin, mimarların ve sanatçıların girişimlerinde bayıla bayıla arkasında durdukları sosyal kaygıları olan gündeme rağmen, biliyoruz ki yaratıcı endüstri hayli rekabetçidir ve buna uyum sağlamayı reddedenlerin gözünün yaşına bakmaz. […] İronik bir biçimde, bu insanların çoğunun zaten asketik bir yaşamı var; ama istemeye istemeye, bu yaşama […] otonom bir yapı verme becerisinden yoksun olarak yaşıyorlar. Bu durumda “az çoktur” sloganı, olsa olsa gün geçtikçe istikrarsızlaşan durumumuzun müstehzi bir yorumu olarak tınlar; çünkü biliyoruz ki az yalnızca azdır ve bunun romantikleştirilecek bir yanı yoktur.
sevillaportakali